Veba Geceleri, Orhan Pamuk

Kitabı ilk gördüğümde son bir buçuk yıldır içinden geçtiğimiz pandemi döneminden dolayı biraz şaşırmıştım. Hani etkisi geniş bir olay olur, mesela darbe gibi, hemen 3-5 ay sonra onun hakkında kitaplar çıkar. Ne ara yazdılar diye düşünürüm. Ama Orhan Pamuk bu kitabı yıllardır(20, 30?) düşünüyormuş ve son beş yıldır da yazıyormuş. Kitabın konusu Osmanlının 29. vilayeti Minger’deki veba salgını ve bu veba salgını çerçevesinde gelişen Osmanlı devleti, doktorlar, ada’daki Rum ve Müslüman halk ve ada yönetimi arasındaki olaylar.

Bu yazıda romandaki bazı detayları(spoiler) da vererek romandan ne anladığımı, bana ne kattığını anlatmaya çalışacağım dolayısı ile romanı okumadıysanız ve okumayı düşünüyorsanız detaylar okuma heyecanınızı ve merakınızı eksiltecek ise bu yazıyı okumayabilirsiniz.

Minger Ege’de Girit’e yakın hayali bir ada. Ada’da yaşayan yerli Mingerliler, Rumlar, Girit’den gelen göçmenler var ve toplum dinsel olarak Müslüman, Hıristiyan Ortodoks ve Hıristiyan Katolik olarak bölünmüş durumda.

Romandaki hikayede neyin gerçek neyin kurmaca olduğunu anlamak için biraz tarih bilmek gerekiyor, mesela 1901 yılında gelişen olaylarda Abdülhamid’in tahta olduğu, Abdülhamid’in ağabeyi V. Murad’ın 93 günlük padişahlıktan sonra tahtan indirilerek 1876 yılında tahta geçtiği vs. gibi daha bir çok anlatılan şeyler gerçek diye bildiğimiz şeyler olmak ile birlikte mesela V. Murad’ın Pakize Sultan isimli bir kızı olduğu araştırdığım kadarıyla gerçek değil ancak Hatice ve Fehime Sultan isimli kızları, Abdülhamid’in onların evlenmesine destek olduğu gerçek. Pamuk’a göre bu roman sanatındaki hünerlerden birisi: Neyin gerçek neyin kurmaca olduğu konusunda okura sürekli git geller yaşatmak, okurun bu anlamda zihnini ve merakını diri tutmak. Aşağıdaki yorumlarımda da genel olarak romanda anlatılanların o dönemin havasını yansıttığı kabullenmesi var yani bazı detaylarda; yer isimleri, insanlar, bazı olaylar gibi kurguyu kabul etmekle birlikte cemaatin genel durumu, tepkileri, devletin durumu, yönetenlerin durumu gibi konulardaki tespitlerin o dönem geçerli olduğu kabullenmesi var, diğer türlü roman bu, tamamen uydurma, neden bu kadar ciddiye aldın gibi bir tepki doğaldır.

Okurken ara sıra kendime sormayı unuttuğum ancak çoğunlukla aklımda tutmaya çalıştığım şey romanın merkezi nedir sorusuydu. Kafamda tek cümlelik merkezler canlanmadı, konular tek bir cümle ile ifade edilemeyecek kadar geniş bir çerçeveyi işgal ediyordu sanki. Belki burada bu geniş çerçeveden bir indirgeme yapıp daha öz bir sonuca ulaşabilirim ama genel olarak en fazla yaptığım şey 100 yıl öncesindeki bir tarihte gerçekleştiği söylenen olayları günümüze yansıtmaya, tarihimizdeki ve günümüzdeki gerçeklikler ile bağlantılar kurmaya çalışmaktı.

İlk dikkat çeken şey Pamuk’un hayali bir yeri tasvir edişindeki detay ve derinlik. Kitapta adanın Pamuk ve ressam Ahmet Işık tarafından yapılmış bir resmi kapakta var, kitap içinde de adanın mahallelerini, yolları ve isimlerini, önemli binalarını gösteren bir kroki var, belli ki Pamuk bu hayali adayı okur kafasında daha iyi canlandırabilsin diye yardımcı olmak istemiş, kendisi de bu krokiye sadık kalarak, çelişkiye düşmeden romanını yazmış. Adanın uzaktan görünüşündeki güzellik, bunun bir çok ressam tarafından resmedildiğinin belirtilmesi, roman içinde de bir çok defa adayla ilgili(hem de romandaki olayları temsilen) yapılmış resimlere ve çekilmiş fotoğraflara atıflar var. Pamuk roman yazarken hep kafamda bir resim vardır ve bu resmi ifade edebileceğim en iyi kelimeleri seçmeye çalışırım ki okur da o resmi görmeden romanı okurken resmi kafasında bu kelimeler ile canlandırabilsin der. Bunu iyi yaptığını, yaptığı tasvirlerin resmi kafamda canlandırmak için çok iyi olduğunu söyleyebilirim. Bu tasvir konusu ilk başlarda resmi kafamızda canlandırmak için çok etkileyici ancak ilerleyen sayfalarda benzer tasvirlerin çok sık yapıldığı ve bunalttığı hissiyatına kapıldım, özellikle ne zaman roman kahramanlarından birisi adanın sokaklarına çıksa sokakların benzer durumunun anlatılması gibi.

Hikaye V. Murad’ın kızı Pakize Sultan’ın kızının torunu olan tarihçi Mina Mingerli diye birisi tarafından hem bir tarih anlatısı hem de bir roman olarak anlatılıyor. Dayandığı temel kaynak olarak da ilgili dönemde Pakize Sultan’ın ablası Hatice Sultan’a adadan yazdığı mektuplar kullanılıyor. Kitabın sonunda romandaki hikaye bitirilip Mina Minger’linin ve ailesinin hayatı da Pakize Sultan’ın hayatının sonuna paralel olarak anlatılıyor.

II. Abdülhamid’in kişiliği ve uygulamaları çok vurgulanan konulardan. Müstebit yani zorba bir hükümdar olması, kendisine karşı yapılabilecek eylemler, suikastler konusunda çok evhamlı olması ve bunun tetiklediği kendi yakınlarının ve toplumdaki kişilerin hayatlarını, özgürlüklerini kısıtlayan uygulamaları. Ağabeyi V. Murad ve ailesi başta olmak üzere diğer haneden üyelerinin yıllarca saraylarda hapis hayatı yaşamaları. Sansürler, sürgünler, her yere dağılmış casuslar, gelen jurnallere göre yapılan veya yapılmayan uygulamalar. Abdülhamidin kendisini çok karıştırmadan gerçekleştirdiği idamlar, dolayısı ile kendisini halka merhametli bir padişah olarak gösterip asıl pis işleri başkalarına, valiler gibi, yaptırması(Abdülaziz ve V. Murad’ın tahtan indirilmesinde etkili olan sadrazam Mithat Paşa’nın idam cezasının Abdülhamid tarafından müebbet’e çevrilmesi ve hapsolunduğu Taif hapishanesinde boğularak öldürülmesi gibi).

Polisiye romanlara düşkünlüğü çok geçen konulardan birisi. Ada’da işlenen cinayetleri de Abdülhamid’in bu romanlardan esinlenerek planladığına dair atıflar da var.

Avrupalılar ile çatışmaktan kaçınması ancak onların istediklerini de evet deyip geçiştirmesi.

Osmanlının sürekli kaybettiği topraklar; Osmanlı-Rus savaşında kaybedilen topraklar, Mısır’ın, Kıbrıs’ın İngilizlere terkedilmesi vs.

Velhasıl Abdülhamid portresi otuz yılın üzerinde Osmanlıyı zorbalıkla, kısıtlamalar ile, her yeri kuşatmaya çalışan muhbir ağlarıyla yöneten bir kişi.

Son dönem Osmanlı hanedan üyelerinin, padişahlar ve şehzadeler, akılsızlığı, meczuplukları, toplumdan kopuklukları, şımarıklıkları, içkiye ve keyfe düşkünlükleri, müsriflikleri farklı kişilerde gündeme gelen konular. Mesela V. Murad ve Sultan Reşad için akılsız deniyor. Bir çok şehzade için de kullanılan şımarıklık, toplumdan kopukluk(hapis hayatı yaşamalarından dolayı) gibi sıfatlar var. Osmanlı hanedanın bu görüntüsü içler acısı ve Osmanlının gerçekten “hasta adam” olduğunun kısa bir özeti gibi.

Minger’deki milliyetçilik, ihtilal olup Osmanlıdan kopmaları gibi konular bana çok yapay geldi, özellikle ihtilal konusu çok fazla öncesi sonrası olmadan birden birinin söylemesi, çoğu ileri gelenin de bunu kabul etmesiyle bir oldu bitti gibi. Sanki birisi zaten herkesin içinde olanı ifade etmiş de kimse de sesini çıkarmamış gibi. Bu ihtilal ve Minger’in bağımsız bir devlet olması, Kolağası Kamil ve eşi Zeynep’in ada tarihinde aldığı rol konusu yapaylık hissiyatını çok arttırdı gibi hissettim.

Romandaki insan ve toplumların tasvirleri kafamda gerçekçi bir biçimde canlandı. Ama insanların ölen yakınlarından veya yalnızlıktan delirmeleri bir yapaylık hissi oluşturdu, bu konu bir kaç defa geçiyor, bazı insanlar için mümkün olmakla birlikte insanların bu kadar kolay yalnızlıktan veya yakınlarını kaybetmekten delirmeyeceğini düşünüyorsunuz.

Müslüman cemaatin kaderciliği, cahilliği, veba salgınında karantinaya karşı çıkmaları, ibadet, ölü yıkama, gömme gibi konularda salgına karşı ısrar etmeleri, muska ve dua gibi şeylere tedbirlerden çok önem vermeleri, bir şeyhden valinin çekinmesi vs. gibi konular da çok vurgulanıyor. Hıristiyanlar daha okumuş aklı başında insanlar, karantina gibi ilmi konularda daha pozitif yaklaşıyorlar(Mesela İzmirdeki salgın örneği var, salgın Rum mahallerinde olduğu için ve İzmir halkı medeni bir halk olduğu için salgın çok ilerlemeden durdurulabilmiş). Ama Müslümanlar tam tersi, karantinaya karşı dini ritüellerinden kesinlikle vazgeçmiyorlar yani kendilerini değişen şartlara göre adapte etmiyorlar ya da neyi adapte etmeleri neyi etmemeleri gerektiğini bilmiyorlar, tamamen hiç değişmeyen bir kalıp ile yaşamaya çalışıyorlar. Daha sonra Minger idaresine gelen şeyh ve adamları karantina kaldırıldığında ne olduğunu görüyorlar(Şeyh’in kendisi de ölüyor vebadan) ve bu işten dönüp ellerini eteklerini çekiyorlar.

Günümüz dünyasında karantina kurallarına uymak romanda olduğu gibi cahil-medeni ayrımı gibi keskin ayrılmayabilir, mesela Covid-19 salgınında özgürlük kısıtlaması yapmak istemeyen bazı Avrupa devletleri ilk başta sürü bağışıklığı modeliyle ilerlemek istedi, İngiltere, Hollanda, İsveç gibi, ancak ölüm oranları çok artınca bazıları bundan hemen geri döndüler. Ancak iyi yaptıkları şey yaptıkları yanlıştan hızlı dönmeleri ve değişen şartlara göre yine en iyi çözümleri bulmaya devam etmeleri. Mesela İngiltere ilk baştaki boşluğun bedelini bir süre dünyadaki en fazla ölüm oranına sahip ülke olarak ödedi, ancak bir yıl içinde toparlandılar ve şu an nüfuslarının büyük çoğunluğunu aşılayarak salgından büyük oranda kurtuldular. Kendi yerel aşılarını da buldular, aşılama sistemlerini kurdular vs.

Dünyanın her yerinden Mekke’ye hac için gelen hacıların gemilerdeki sefaleti, bu hacıların bazı salgınları tüm dünyaya yaymaları, Avrupalı devletlerin bu konudaki tepkileri, İngilizlerin Hicaz bölgesindeki sert uygulamaları da romanda geçen başka dikkat çekici bir konu.

Bir başka konu ileri gelenlerin; vali, Doktor Damat Nuri , Pakize Sultan müslüman bir kimliği çok fazla temsil etmemeleri, en azından o yöndeki özelliklerinin vurgulanmaması. Vali mesela Rum bir kadınla evlilik dışı ilişkisi var, içki içiyor. Aslında gerçeklik anlamında yerinde tercihler diye de düşünüyorum ancak ne kadar dengeli emin değilim. İnsanlar Osmanlı deyince her padişah, hanedan üyesi, bürokrat vs. halis Müslüman hayatı yaşayan insanlar olarak düşünebiliyorlar, oysa gerçek bu değil, Resulullah Hz. Muhammet’den belki 50 yıl sonra Müslümanları yöneten halifeler için bile bu böyle değil, değil ki Osmanlı. Dolayısı ile içki içen bir padişah, zina yapan bir vali, başka birisinin kocasıyla aşk mektuplaşmaları yapan bir padişah kızı gibi portreler geçmişe dair daha gerçekçi izlenimler oluşturabilir. Bu sadece Osmanlının son döneminin bir problemi de değil, 15. yüzyılın başında Ankara savaşını Timur’a karşı kaybeden Yıldırım Beyazıt için de içki düşkünlüğü söylenen bir şey. Sonuçta bu insanlar Allah’ın seçilmiş, günahtan arındırılmış kulları değiller, onlar da insan, ve her insan gibi zayıf oldukları güçlü oldukları konular var, İslami anlamda da zaafları var. Tabi bu tüm hanedan böyleydi demek de değil, bazıları da dindardı Fatih’in oğlu Beyazıd gibi, ha onun dindarlığı(sofuluğu?) genelde olumsuz anlatılır, Fatih’in dünya ölçeğinde entellektüel bir padişah olmasından sonra Beyazıd’ın tüm bu birikimi bozması vs. gibi konular gündeme gelir. Ya da Fatih’e entellektüellik anlamında çok fazla negatif bir atıf yapılmaz, Fatih dindar değil miydi? Bunların karşıtlık olarak sunulması bence bir Hıristiyan geleneği ve maalesef Müslüman dünyanın belki son 500-600 yıllık tarihi gerçekliği. Dinin ilme, teknolojiye bakış açısının sadece, din’i bildiğini iddia eden insanların(şeyhler, şeyhulislamlar) insafına kalması ve bu alandaki gelişmeleri ıskalayan ve bunların kendi insanlarının ezilmesi olarak geri dönmesine sebeb olan herkes bence dindarlık anlamında da yanlış yapmıştır. Eğer dini hayatın her alanına yansıyan bir yaşam biçimi olarak düşünüyorsak.

Romandaki Müslüman algısı ile ilgili rahatsız olduğum şey Müslüman kimliği öne çıkan olumlu bir karakterin olmaması, hiç mi yoktu? Yani hem Müslüman gibi yaşayıp hem de dünyayı algılayışı düzgün olan birisi olamaz mı? Olabilir elbette ama belki savunma o zaman yoktu olabilir veya öne çıkan bir şey değildi olabilir, yüz yıllardır süren Müslümanların geri kalmışlığını, ezilmişliğini düşünecek olursak. Burada dinin kendisi ile insanların onu farklı algılayış, yaşayış biçimlerini ayırt etmek gerekiyor belki. Daha genel ifade etmek gerekirse Müslüman aleminin en büyük sorunlarından birisi temsiliyet, hangi kişi, topluluk, millet, devlet İslamı temsil ediyor, en azından geniş bir çerçevede. Hep olumsuz örneklerin gündeme getirilmesi, etkisi geniş, olumlu örneklerin de maalesef epey geçmişlerde, İslamın başlarında kalması ve insanlara masalsı gelmesi vs.

Bazen de günümüz Türkiye devleti ile bazı paralellikler kurmaya çalıştım, yapılan baskılar, kısıtlanan özgürlükler, gazeteci-yazarlara getirilen engeller, yapılan müdahaleler vs. Romanda doğrudan bu konuların güncelliği de bazı yerlerde vurgulanıyor. Türk arşivlerinde Rum, Kürt, Ermeni katliamlarını, geçmişteki bazı milli savaşların aslında bilindiği gibi olmadığını araştıran ve anlayan araştırmacıların engellenmesi. Sokak ortasında gazeteci-yazar vurmanın yaygınlaşması vs. Kolağası Kamil ile Atatürk arasında bazı paralelliklerden, hatta Pamuk’un bu benzetmeyle Atatürk’ü küçümsediği, saygısızlık ettiği gibi şeyler gördüm Internette, Kolağası Kamil romanda saygın bir karakter olarak duruyor ancak ordaki kurgunun yapaylığından daha önce bahsetmiştim.

Kitabın ana hatları belkide;

100 yıl önceki bu panaromanın günümüzde ne kadar değiştiği belki üzerinde düşünülmesi gereken konu. Daha iyi bir noktadayız elbette bir çok konuda ancak bunu orantısal düşünmek lazım, 100 yıl içinde dünyada ne değişti ve biz bu değişen şartlara göre hayatımızı, toplumumuzu, devletimizi ve daha bir çok konuyu ne kadar değiştirebildik. Ne kadar iyiyiz? Hala bir çok konuda Batının yıllarca gerisinden gelen kötü bir taklitçisi miyiz yoksa bazı konularda daha mı iyiyiz? Mevcut durumumuzu düşününce çok ümitvar bir tablo yok gibi. Ve bunun ana sebebi çok karmaşık ancak en başta bu ülkede siyaset yapanlar ve yönetenler olduğu açık(Daron Acemoğlu, Ulusların Düşüşü). Ve bu siyaset ve yönetim tarzı ile isyan etmeyecek, sesini çıkarmayacak kadar mutlu olan veya umutsuz olup başka bir seçeneği olmadığını düşünen pasif milyonlar. İmkanı olan ve bu ülkeden bir Avrupa ülkesine veya Amerikaya göçen binlerce insan da bu umutsuzların bulduğu diğer seçenek.

Pamuk genel bakış açısı olarak Batılılaşmalıyız, geçmişimiz ile yüzleşmeliyiz(1 milyon Ermeniyi, binlerce Kürt’ü, Rum’u öldürdüysek, ki kendisi sanırım öyle olduğuna inanıyor, çıkıp bunu dünyaya açıklamalıyız) diyor. Yüzleşme kısmı konusunda Batı’ya karşı da her zaman pozitif değil, onların bu konudaki suç dosyaları çok daha kabarık, ancak burayı genelleştirirsek insanları resmi bir tarih ile hayal aleminde yaşatıp on yıllarca, yüz yıllarca efsaneler ile yaşatmak belki de en küçük bir düşünce özgürlüğünün iktidarın hoşuna gitmez ise hala cezalandırılmasının bir başka sonucu, cumhuriyet tarihi, yakın tarih ve tarih dışındaki bir çok alanda.

Batılılaşma derin bir konu belki de, nasıl Batılılaşmalıyız, klasik tekniğini alalım ahlakını almayalım söylemleri var, hangi ahlakı, o ahlakını bir kısmı olmadan tekniği alınabiliyor mu? Bazıları Batılılaşmanın her türüne karşı, iyi görünen bir sürü şeyin görünmeyen ya da çok gösterilmeyen bir çok yan etkisi olması. Mesela Kuzey Avrupa ülkelerinin özgürlükler, haklar, eğitim sistemleri, suç oranları vs. gibi bir çok konuda çok ilerde olmaları ancak diğer yandan toplumun yalnızlar sürüsü olması ve intihar oranlarının çok olması, zina(bazılarına göre bu zaten olması gereken bir medenileşme adımı), uyuşturucu kullanımı gibi şeylerin yaygınlaşması vs. Bizim toplumumuzun teknolojisi yok ancak ahlakı onlardan daha iyi söylemleri. Ben bu konuda emin değilim, özellikle büyük şehirlerde, bunu sadece trafiğe çıkan, sokaklarda dolaşan, alışveriş yapan, bir iş yaptıran herkes anlayabilir. İnsanların bir birlerine saygısı, güveni, işlerini iyi yapma duyarlılıklarının iyi seviyede olduğunu düşünmüyorum. Ben açıkcası bir çok yaptığım alışverişte dolandırılıyorum hissiyatına kapılıyorum. Çocuklarımızı kendi başlarına yaşadığımız sitenin bahçesine bile çıkartamıyoruz(Batıda yapılabiliyor mu, Amerika gibi ülkelerde tanımadığınız birinin küçük çocuğuna ilgi göstermeniz çok yanlış anlaşılacak ve hemen müdahale edilecek bir konu).

Daha vahimi bir çok yanlışı insanların normalleştirmiş olması, bazı şeyler herkes öyle yapıyor diye yapılıyor. Mesela ismi rüşvet olunca ahlaki olmuyor veya günah oluyor ancak danışmanlık ücreti olunca problem olmuyor. Mesela en basitinden bazı GİMAT esnafında gözlemlediğim bir şey satarken net/brüt ayırımına dikkat etmeme yaygınlaşmış, hukuksal olarak da yasaklanmış olmasına rağmen. Kilosu 100 TL olan bir malı 250 gramlık bir ambalaj içinde satıyor, sen 1 kg bir mal aldığında aslında 750 gram almış oluyorsun, yani ambalajın yapıldığı plastiğin veya tahtanın kilosunu da 100 TL’den sana satıyor. Neden diye sorduğunda, ambalaja da para veriyoruz vs. gibi saçma cevaplar var, sanki net kilogram üzerinden satanlar ambalaja para vermiyor.

Velhasıl bizim yapmamız gereken çok çok şey var ancak tabiki de Batı da her şeyiyle mükemmel değil, kimse mükemmel değil, her şey daha iyi yapılabilir, bağlamınıza göre daha iyinin cevabını bulabilirseniz. Batılılaşmak kelimesini sevmiyorum, belki de geçmişte bu söylemler ile bir şeyler yapmaya çalışanların olumsuz çağrışımlar yapmasından veya toplum, kültür gibi bağlamları dikkate almadan kör bir taklitçilik hissiyatı vermesinden ancak mevcut dünya şartlarında yol olmamız gereken çok çok konu olduğu aşikar. Bar bir çok konuda bizim olduğumuz konumdan çok daha yukarıda. Bir çok konudaki gelişmeler, mesela bilimsel gelişmeler gibi, birinin sıfırdan bir şey icat etmesi şeklinde olmuyor, üst üste koyarak, adım adım, uzun vadelerde, yılları alan çabalar ile oluyor. Sümer ve Antik Mısır medeniyeti bir çok şey icat etmiştir, Babil onların üzerine koyarak bir çok şey icat etmiştir, Antik Yunan Mısır ve Babil’in üzerine koyarak bir çok ilerleme kaydetmiştir, İslam medeniyeti Antik Yunan’ın, Hint’in üzerine koyarak bir çok şey yapmıştır, Avrupa İslam medeniyetinin ve Antik Yunan’ın üzerine koyarak bir çok ilerleme kaydetmiştir. Dolayısı ile önce dünyanın geldiği noktayı ve oraya nasıl geldiklerini anlamak, biz oraya nasıl varacağızı düşünmek gerekiyor, sonra da onun üzerine ne yapabilirizi düşünmek gerekiyor. Bunlar ise kısa vadede geçici çözümler kullanarak olmuyor, problemlerin kök nedenlerini çözmeden, uzun vadeli bakmadan, bazı konularda ortak bilinç, hedef sahibi olmadan olmuyor. Yönetenler, etkileri olanlar(asker, bürokrat, gazeteci, yazar, işadamı vs.) kendilerinden ve çevrelerinden çok halkı, çoğunluğun refahını düşünmez ise olmuyor.

İnsanlardaki cahillik konusunda, 100 yıl öncesinin cahilliği ile bugünün cahilliği arasında fark var ancak değişen şartlar ile düşündüğümüzde orantısal olarak çok da farklı değilmişiz gibi hissediyorum. 100 yıl önce okuma yazma bilmemek bir cahillik iken bugün herkesin kendi yaptığı işte, uzmanı olduğu şeyde dünya ölçeğinde nerde olduğu, yaptığı şey hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğu, dünyadan ne kadar haberdar olduğu, ne kadar düşündüğü, ne kadar ürettiği gibi konular belki cahilliğin parametreleri. Problemlerimiz sadece bir kader bir coğrafya sorunu değil elbette, istenirse her şartta bir şeyler yapılabiliyor. Avrupa’nın bilimde ilericiliği son 500 yılın hikayesi, bu hikayenin detayı nedir, bu hikayeden önce neler vardı, neden vardı, nasıl vardı, kim ne üretti, İslam medeniyetinde neler üretildi, onlar kimlerden beslendiler(Antik Yunan, Hint, Çin) ve kimleri beslediler(Avrupa). Bu bilim ve teknolojideki döngü dünyada nasıl ve neden çalışıyor, gidilen yanlış yollardan dönmek ne kadar zor, 100 yıl önce Japonya, 50 yıl önce Güney Kore nasıl dönmüş?

Pamuk zengin bir tablo çizmiş, günümüze de çok uyan bir tablo, macro ölçekte yaşadığımız topraklarda 100 yılda bir çok şeyin aslında çok değişmediğini anlatan bir tablo. II. Abdülhamid’in müstebitliği ile ilk Cumhuriyet döneminin müstebitliği veya ondan sonraki dönemlerin, günümüzün müstebitliği arasında dünyadaki değişen koşullar da göze alınacak olursa ne kadar fark var merak ediyorum.

Comments

comments powered by Disqus