Proust'u Okumak

Marcel Proust‘un ünlü romanı Kayıp Zamanın İzinde’yi okuyorum bir süredir, sanırım Haziran’dan beri. 7 farklı kitaptan oluşan, oldukça uzun bir roman. Yapı Kredi Yayınlarından Roza Hakmen’in çevirisini okuyorum.

Her akşam bir kaç sayfa okuyorum veya boş zamanlarımda biraz daha fazla. En fazla yaptığım şey neden okuduğum, burda ne var, asıl neyi anlatmak istiyor gibi şeyler üzerinde düşünmek. Sonuçta bir kurgu okuyorum, sadece onun verdiği bir zevk için de okuyabilirim ama başka birilerinden farklı anlayışlara dair şeyleri okuyunca ister istemez sorguluyorum, ben ne görüyorum, ne anlıyorum, başkaları ne anlamış vs.

Roman hakkında bir kaç makale, yazı, tez okudum. Anlamakta zorlandığım bazı felsefi vurgular var ancak aklımda kalan şöyle bir şey oldu: Proust’da zaman ile ilgili bir hakikat arayışı var ve bu hakikat arayışı, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında gidip geliyor, hatta geçmiş ve gelecek diye bir şey yok bunlar sadece şimdide anlam buluyor. Ve hakikat yok Proust’a göre, sürekli Fransız sosyete, aristokrat hayatlarından bahsediyor, bu çevrede geçen bir hayatın mı hakikatı yok? Buradaki yapmacıklara olan vurgulardan dolayı buna yakınım. Gezmek, mekanlar, kitaplar, tiyatro, edebiyat, resim, insan ilişkileri, geçmiş hayatın tüm izleri, anıları, bunların mı hakikatı yok? Zamanın mı hakikatı yok, çünkü herkes kendi zamanını yaşıyor, herkesin hakikatı farklı?

Şimdide yaşıyoruz ve bu bizim farkındalığımızın dışında. Dünyanın döndüğünü teorik olarak biliyoruz ancak pratik de bu bizim dışımızda bir şeymiş gibi, bizim farkında olduğumuz bir şey değil. Zaman da öyle, zamanın akışı var ancak bu bizim farkında olduğumuz bir şey değil, geçen zaman sadece şimdide anlam buluyor.

Birisi Kepler, Kant ve Proust’u aynı kefeye koymuş, olaylara farklı bir noktadan bakarak devrimsel bir şey yapanlar; Kepler merkeze dünyayı alan görüşe karşı çıkarak merkeze güneşi almış, Kant bilgiye bakışımızı değiştirmiş, Proust da romana bakışımızı değiştirmiş. Bir de bilinç akışı tekniği var, bu Proust’dan önce de var mıydı bilmiyorum. Başka bir konu Proust’un yazılarının annesini unutmak, annesini aşmak için yazılmış oldukları. Annesine çok bağımlı ancak annesi onu cinsel tercihlerinden dolayı dışlıyor dolayısı ile annesi ile bir savaş var, zaten sadece annesi 1905’de öldükten sonra Proust yazmaya başlıyor.

Saf tarafa daha yakın bir şekilde romanı okuduğum söylenebilir, mesela bir değerlendirmede okuyup farkına vardığım şöyle bir şey var; romanda kesin zaman vurgusunun nerdeyse hiç olmaması, yani belirli bir günden, aydan bahsedilmiyor, sadece tasvirler ve bu tasvirlerden ha mevsim kış, ya da sabah akşam gibi vakitler çıkarılabiliyor. Farketmemiştim.

Romanı parça pincik okuyorum ancak bu kitap ile olan bütünleşmeyi çok fazla etkilemiyor, sanırım romana dair bir özellik de bu, aç herhangi bir sayfasını ordan okumaya başla, okunuyor. Okurken insanı yorabilecek başka bir özelliği de çok uzun cümleler, bazen bir sayfa iki cümleden falan oluşuyor sanırım. Ama Roza Hakmen’in hakkını vermek lazım, bu kadar uzun cümleler içeren bir romanı çok güzel çevirmiş.

4.kitapdayım, Sodom ve Gomorra, akşamları 15-20 dakika okuyarak devam ediyorum, bakalım bitirebilecek miyim ve bitirinceye kadar kafamda daha net fikirler oluşacak mı? Ya da bu tamamen yanlış bir beklenti mi?

Comments

comments powered by Disqus