Marcel Proust‘un ünlü romanı Kayıp Zamanın İzinde’yi okuyorum bir süredir, sanırım Haziran’dan beri. 7 farklı kitaptan oluşan, oldukça uzun bir roman. Yapı Kredi Yayınlarından Roza Hakmen’in çevirisini okuyorum.
Her akşam bir kaç sayfa okuyorum veya boş zamanlarımda biraz daha fazla. En fazla yaptığım şey neden okuduğum, burda ne var, asıl neyi anlatmak istiyor gibi şeyler üzerinde düşünmek. Sonuçta bir kurgu okuyorum, sadece onun verdiği bir zevk için de okuyabilirim ama başka birilerinden farklı anlayışlara dair şeyleri okuyunca ister istemez sorguluyorum, ben ne görüyorum, ne anlıyorum, başkaları ne anlamış vs.
Seneca‘nın Ahlak Mektuplar‘ı okuduğum etkileyici kitaplardan biriydi. Miladi ilk yılın başlarında Roma’da yaşamış bir düşünür ve devlet adamı olan Seneca’nın o dönemki Sicilya valisi olan Lucilius’a yazdığı mektuplardan oluşuyor eser. Hayat, ölüm, felsefe, erdem, iyilik, bilgelik, dostluk ve mutluluk gibi konuları işleyen, iki bin yıldır Spinoza’dan, Montaigne’den, Marx’a bir çok insanı etkilemiş mektuplar bunlar.
Hayat ve Ölüm İlk mektubun ilk parağrafında çarpıldım.
… Zamana değer veren, gününün değerini bilen, her gün biraz daha ölmekte olduğunu anlayan bir kimse gösterebilir misin bana?
Çok enterasan geldi kitap bana özellikle yazıldığı 1850 yılını düşününce. Sevdiğim bir tarzı var, masal tarafı var ancak sanki bir gerçek, güçlü bir mesaj var burada hissiyatı veren yerler var ve bu sizi sürekli düşünmeye sevkediyor, başı sonu belli bir macera hissi vermiyor.
Ama Moby Dick’de anlatılmak istenen şudur da diyemem, bir çok şey söyleyebilirim ama bu bir cümlelik, kitabın özü budur olamaz. Ama nedense Orhan Pamuk’un Saf ve Düşenceli Romancı’da söylediklerinden ve Mina Urgan’ın önsözünden böyle bir şey çıkmalı, bir cümle olmalı tüm kitabı özetleyen diye bir hisse kapıldım.
Bu 4 romanın(Swann’ın Bir Aşkı müstakil bir roman değil, Proust’ın Kayıp Zamanın İzinde romanının bir bölümü) epey ortak özellikleri var sanki. Ön planda olan farklı kurgular ile ve belki de farklı amaçlar ile yazılmış aşk hikayeleri var ama genel olarak hepsinde ilgili dönemlerin toplumunun bir resmi var, bu resimde bir veya daha fazla çiftin ilişkileri çiziliyor.
Hepsinin bende oluşturduğu ana izlenim esaret, bencillik kavramları ile ilgili.
Hikayeler olumlu değil, daha çok insanların bir birlerine olan tutkuları ve bunların genelde olumsuz sonuçları anlatılıyor.
Kitabı ilk gördüğümde son bir buçuk yıldır içinden geçtiğimiz pandemi döneminden dolayı biraz şaşırmıştım. Hani etkisi geniş bir olay olur, mesela darbe gibi, hemen 3-5 ay sonra onun hakkında kitaplar çıkar. Ne ara yazdılar diye düşünürüm. Ama Orhan Pamuk bu kitabı yıllardır(20, 30?) düşünüyormuş ve son beş yıldır da yazıyormuş. Kitabın konusu Osmanlının 29. vilayeti Minger’deki veba salgını ve bu veba salgını çerçevesinde gelişen Osmanlı devleti, doktorlar, ada’daki Rum ve Müslüman halk ve ada yönetimi arasındaki olaylar.
Manzaradan Parçalar, Pamuk’un farklı konularda daha önce yazdığı yazıların, verdiği röportajların bir derlemesi. Kitabı okurken içimi kemiren şey kitabı neden okuduğum ve bu nedene uygun olarak okuyup okumadığımdı. Okurken ilk başta önemli gördüğüm yerlerin altını çizerek okudum ancak sonlara doğru sanki daha bir pasif modda okudum gibi hissediyorum, çok fazla altını çizdiğim bir şey yok, not aldığım bir şey yok, dolayısı ile 476 sayfalık bir kitabı okudum ama bana ne kaldı sorusuna cevap bulmaya çalışıyorum, belki kitap zaten okunup bittiği için bu soruyu sormakta biraz da geç kaldım.
Bir kaç ay önce Türkçe bilgimi biraz zenginleştirmek veya unuttuklarımı hatırlamak için Türkçeyi iyi kullanan yazarları okumak istedim çünkü son zamanlarda okuduğum, izlediğim çoğu şey ya İngilizce ya da çeviriydi, özellikle edebi alanda. Küçük bir araştırmadan sonra Refik Halid Karay ve Selim İleri’de karar kıldım ve romanlarını aldım.
Bir kaç tane de Türk filmi izledim, kitaplardan ve filmlerden sonra hissettiğim şey, kendi anadilimdeki bu eserlerde bir çok şeyin daha az yapay gelmesi oldu.
Prof. Dr. Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi üzerine çok değerli ve kapsamlı çalışmaları olan bir akademisyen. Fuat Sezgin akademik hayatının yaklaşık son 60 yılını Almanya’da ve 1982’de kendi kurduğu, Frankfurt Johann Wolfgang Goethe Üniversitesine bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsünde(INSTITUT für GESCHICHTE der ARABISCH-ISLAMISCHEN WISSENSCHAFTEN) geçiriyor. Fuat Sezgin’in yaklaşık 60 yıllık bir süreçte yazdığı 17 ciltlik Arap-İslam Bilimleri Tarihi(Geschichte des Arabischen Schrifttums, GAS, bundan sonra GAS diye bahsedeceğim), konusundaki en kapsamlı eser olarak, dünyaca ünlü bir başyapıt olarak görülüyor.
Gertrude Margaret Lowthian Bell, “Ortadoğu’da İngiliz ajanlığı yapan kadın arkeolog ve sanat tarihçisi.”, İslam Ansiklopedisindeki ilgili başlığın açıklaması bu şekilde. Bu tanımlama gayet doğru olmak ile birlikte muhtemelen bizim kültürümüzdeki Bell’in tanımını da güçlü bir şekilde ifade ediyor. Osmanlının Ortadoğudaki topraklarının parçalanmasına katkıda bulunan, önemli, etkili İngiliz figürlerlerden birisi.
Bell, T.E. Lawrence kadar popüler değil, Bell’in adını daha önce duydum mu hatırlamıyorum, bir kaç ay önce Bell’in hayatını anlatan filmlerden birisi olan Queen of Desert‘i görmüştüm ve fragmanını izlemiştim ancak filmi izleme konusunda çok fazla merakım uyanmamıştı.
Bir kaç ay önce İslam’ın Altın Çağ’ı diye geçen, 8. ve 14. yüzyıllar arasına denk gelen, bazılarının 15. yüzyıl’a kadar uzattığı bu dönemi özellikle bilim tarihi açısından anlama derdine düştüm. Celal Şengör’ün bazı TV yayınları(İlber Ortaylı ve Ahmet Arslan ile birlikte) ve Bilgiyle Sohbet kitabı bu konudaki merakımı uyandırdı diyebilirim.
Temel olarak anlamak istediğim şey o altın çağ’ın nasıl inşa olduğu ve nasıl sona erdiği. Bugün geldiğimiz noktada, modern çağlarda, İslam aleminin bu konudaki ezikliğinin, geri kalmışlığının nedenlerini bir nebze de olsa anlamak istiyorum çünkü bunun İslam’ın doğrudan kendisiyle(en azından benim anladığım İslam’ın) coğrafya, ırk gibi konular ile ilgisi olduğunu düşünmüyorum.